Kurtuluş Hareketinin 100. Yılında O Güne Yeniden Bakmak



19 Mayıs 2019.
Kurtuluş’a atılan adımın 100. yılı. “İstanbul” iktidar derdinde, saltanat sürsün de Anadolu elde gitse de olur; “hem aslında işgal sayılmayabilir bile! Biz davet ettik onları” güzellemeleri içinde zincirleri kırıp atan yetim adamın hikayesinin başlangıcı.

Gelin bu zorlu yolculuğu o günün şartlarında anlamaya çalışalım. Mesela 16 Mayıs 1919 gününe ait gazete haberini paylaşalım. (Gazeteler Orijinal Arapça ve Osmanlı olan baskılarında araştırmacı gazeteci Ömer Sami Coşar tarafından aslına uygun olarak 2004 yılında çevrilmiştir. Bu kaynağı Aydın Mercek gazetesinden satın alabilirsiniz)

Dün günün en elemli sahnelerinden biri Türk ordusunun bir kumandanı Nadir Paşa’nın davranışı oldu. Kışla kapısına elinde bir beyaz bayrakla ilk çıkan oydu. Kendisine yaklaşan bir Yunanlı teğmenden birkaç tokat yedi, kıpırdamadı! Küfür yedi, ses etmedi. Nadir Paşa maiyetinde kalmış subaylarla beraber Kordon boyuna yürüyüşe geçirildi. Kafilenin etrafında Yunan süngüleri vardı. Dipçik darbeleri altında “Zito”(Yaşa) diye bağıranlar da görülüyordu. Kafilenin başında boynu bükülmüş elinde beyaz bayrakla Nadir Paşa yürüyordu. Bu kafile ile sürüklenip Patris vapurunun ambarına atılan ve dün akşam geç vakit Nadir Paşa ile geri gönderilen Yarbay Arif şunları anlattı:


Hepimizin başları açıldı. İki kollarımız havaya kaldırıldı. Allah’ımıza, Peygamberimize, Kur’an’ımıza velhasıl bütün mukaddesatımıza en çirkin ve galiz kelimelerle sövüldü. Üzerimizde silah aramak bahanesiyle ne buldularsa aldılar. Anahtar zincirine varıncaya kadar soyulduk. Parktan dörder olarak hareketimizin kumandanımızda dahil olduğu halde eller yukarıda “Zito Venizelos” diye bağırmak suretiyle şiddetli bir yağmur altında yürüyüşe devam ettirildik. Bunları az gören Yunan askeri ve Rum ahalisi tarafından kurşun, süngü, rövolver (tabanca markası), kama ve bıçak gibi her çeşit alet ile öldürülmekte ve yaralanmakta idik. Bu fecaat içinde gümrük önüne getirildik.

Bu kafile içindeki Zito Venizelos diye bağırmayı reddeden  Albay Süleyman Fethi bey süngülenerek şehir edildi. “

Şimdi biraz geriye dönüyoruz. (Kaynak: Mustafa Kemal’in Ağzından Vahdettin – Falih Rıfkı Atay – Pozitif Yayınevi – Sayfa 112-130 arası derleme)

Mustafa Kemal Paşa’nın ağzından o günleri dinliyoruz:

“Dönemin Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi(Bugünkü Genelkurmay) Fevzi Paşa  (Fevzi Çakmak ) Mondros Ateşkes anlaşması gereğince bütün silah ve cephanenin İtilaf devletlerine teslim edilmesini çeşitli bahanelerle uzatma, engelleme mücadelesi vermekteydi. Öyle ki Diyarbakır’daki silah ve cephaneler hemen İstanbul’a trenle gelebilirdi ancak Fevzi Paşa öyle sebepler buldu ki bunların kağnılarla Sivas üzerinden Samsun Limanına gelmesi zaruri sayıldı. Şimdiden haber vereyim ki bütün bu kafileler nihayet benim elimde kalmıştır…”



Aradan çok fazla geçmeden Fevzi Paşa bu görevden alınacak ve yerine Cevat Paşa getirilecekti. Her iki paşa da milletin illaki karşı direniş göstereceğini bu sebeple silahlara sahip çıkılması gerektiğini düşünmekteydi.



Mustafa Kemal Paşa da bu dönemde Vahdettin’in kabinesinde fikir ayrılıklarına sebep olan isimlerdendi. Bir kısım onu güvenilmez bir isim olarak görürken bir kısım onun saray tarafından kazanılması, elde tutulması gerektiğine inanmaktaydı. Sonuçta bu iki fikrin karması oldu. Hem Saray tarafından önemli sayılabilecek bir göreve atandı, hem de İstanbul’dan uzaklaştırılarak, Anadolu’nun dağlarında çürümeye gönderildi. Ya da saray öyle sandı diyelim. Burada yine Mustafa Kemal’in Falih Rıfkı Atay’a anlattığı anılarını dinleyelim:


Beni İstanbul’dan çıkarmakla ağır bir yükten kurtulacaklarını zannedenler, makul bir sebep aramakla meşgul idiler. Nihayet bu sebep, işgal kuvvetleri subaylarının raporları ile dolu bir dosya halinde ellerine geldi.



Bir gün Harbiye Nazırı rahmetli Şakir Paşa, beni makamına davet etti. Bürosunun karşısına oturdum. Bir tek kelime söylemeksizin bana dosyayı uzattı: ‘Bunu okur musunuz?’ dedi. Dosyayı baştan nihayete kadar gözden geçirdim. Özeti şu idi: “Samsun ve çevresinde bir çok Rum köyü Türkler tarafından her gün saldırıya uğramaktadır. Osmanlı hükümeti bu vahşi saldırıların önüne geçememektedir. Bu bölgenin emniyet ve huzurunu temin etmek insanlık namına borcumuzdur.” Raporlar İstanbul hükümetine verilirken bir de protesto ilave edilmişti. “Bu saldırıları engellemek gerekir, eğer siz aciz iseniz vazifeyi bir üstümüze alacağız!” Dosyayı okuduktan sonra “Emiriniz Paşam!” dedim. “Bu böyle midir, zannedersiniz?” “Zannetmiyorum fakat bir şeyler olması ihtimali vardır” Bunun üzerine asıl konuya geçti:



“İşte, dedi, böyle midir, değil midir; evvela bunu meydana çıkarmak için oralara bir zatın gidip incelemelerde bulunması lazımdır. Ben sadrazam paşa ile (Damat Ferit) görüştüm. Sizi uygun gördük. Oraya gidesiniz ve meselenin mahiyetini anlayasınız.”

“Memnuniyetle giderim. Ancak ben oraya Türkler Rumlara zulmediyor mu, etmiyor mu yalnız bunu anlamak için mi gideceğin vazifem bu mudur?”



“Evet” dedi. Konuştuğumuz budur. Nazırlık makamında çıkarken Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi Fevzi paşayı aradım. Yerinde yoktu. Yirmi günden beri hasta olduğu için gelmemekte olduğunu söylediler. Merak ettim soruşturdum, acaba yeni bir rahatsızlığı mı vardı. Çok sonra anladığıma göre mesele şu idi: Suriye fatihi General Allenby İstanbul’a geleceği zaman harbiye nazırı Fevzi Paşa’yı çağırtmış ve karşılamaya gitmesini istemiş. Paşa bunun üzerine “bunu ben yapamam” diyor. “Yapmak lazım” yanıtını alınca “ hastayım evime gidiyorum” yanıtını veriyor ve o günden beri de görünmemiş.



Okunanlardan hissedilen şudur, İstanbul’da yenilginin, yılgınlığın hissi tüm herkesi etkisi altına almıştı. Saray ve çevresi, ne kadar sakin kalınır, itilaf devletleri ile ne kadar iyi geçinilirse o kadar huzur olacağını düşünmekte ve tam bir teslimiyet duygusu ile hareket etmekteydi. 

15 Mayıs günü yola çıkacak olan Mustafa Kemal Paşa’nın sıkıntı yaratmayacağından emin olmak için son gün (14 Mayıs) akşamı Damat Ferit Paşa’nın Nişantaşı’ndaki evine akşam yemeğine davet edildi. O günü yine Mustafa Kemal’den dinleyelim:

Belirlenen saatte gittim. Benden başka henüz kimse yoktu. Kısa birkaç kelimeden sonra uzunca bir durgunluk devam etti. Kendisinden Harbiye Nazırı ile beraber görüştüğümüz zamanki samimiyetinden eser yoktu. Benimle yalnız kalmaktan sıkılıyor gibiydi. Bir aralık saatine baktı:

“Acaba nerde kaldı?”

“Birini mi bekliyorsunuz efendim?”

“Evet Cevat Paşa hazretleri gelecekti”

Gene sessizlik… Biraz zaman sonra Cevat Paşa salona girdi. Hemen üçümüz beraber yemek salonuna geçtik. Sofrada çatal ve tabak tıkırtılarından başka bir ses yok. Üçümüzde susuyoruz. İçimden gelen sorulara kendi kendime cevap vermeye çalışıyorum. Herhalde benimle konuşacak bazı şeyleri olmalı idi. Belki de çok önemli meseleler vardır., sofradan sonraya saklıyordur, diyordum. Yemeğin sonuna yaklaşmıştık. Sadrazam paşa kısa bir cümlesi ile beni kuruntularımdan kurtardı. Cevat Paşa’ya ve bana bakarak:

“Yemekten sonra biraz görüşelim” dedi.

“Emir buyurursunuz”

Ortasında genişçe bir masa bulunan çok dar, fakat hoş bir salondayız. Daha ayakta iken Sadrazam dedi ki:

“Bir harita getirsek de Müfettiş paşa onun üzerinde açıklama yapsa…”

Kipert’in atlası geldi. Anadolu paftasını bulduk. Sadrazam Paşa’ya baktım.

“Ne yönlerde açıklama yapmamı buyuruyorsunuz?” dedim.

“Mesela dedi, Samsun ve havalisinde ne yapacaksınız?”


Kelimeler adeta ağzımdan dökülmeye başladı: “Efendim dedim, İngiliz raporlarına göre Samsun ve havalisinde bazı karışıklıklar varmış. Biraz abartıdır zannediyorum. Ne de olsa bunlar basit şeyler… Yerinde yapacağımız inceleme ile hallederiz. Şimdiden isabetli bir şey söylemekten korkarım.”

Cevat Paşa’ya döndü “siz ne dersiniz?”

Cevat Paşa çok doğal bir tavırla “Öyledir efendim! Bu gibi işler yerinde hallolunur”

Kanaat getirmemiş görünen Sadrazam’ın kafasında daha büyük bir endişe, sual şekli arıyordu. Derken heyecanlı bir sesle sordu:

“Pekala siz bana harita üzerinde nerelere kadar kumanda edeceksiniz, gösterir misiniz?” Vesveseye düştüğü noktayı hemen anlamıştım.

“Efendim henüz ben de pek iyi bilmiyorum, belki… Takriben…(Kipert’in küçük haritasına elimi koyarak) ihtimal şu kadar ufak bir parça…” diye bazı vilayetleri gösterdim ve manalı bir tarzda Cevat Paşa’nın yüzüne baktım. Ben haritadan elimi kaldırırken o ilave etti:

“Efenim, dedi. Paşa tabii o mıntıkadaki kuvvete kumanda edecek… Zaten nerede kuvvet kaldı ki!” Sözünü tamamlarken vaziyetin hiç de önemli olmadığını anlatmak istemiş gibi, masadan uzaklaşır gibi oldu. İçimden Cevat Paşa’ya teşekkür ediyordum. Her birimiz bir koltuğa çekildik ve kahvelerimizi içmeye başladık. Damat Paşa rahatlamış gibiydi….

Sadrazamın konağından çıktıktan sonra Cevat Paşa ile kol kola karanlıkta Nişantaşı Caddesinden Teşvikiye’ye doğru sık adımlarla ilerliyorduk. Cevat Paşa samimi bir lisanla bana sordu:

“Bir şey mi yapacaksın Kemal?” 
“Evet Paşam bir şey yapacağım!”
“Allah muvaffak etsin!” 
“Mutlaka muvaffak olacağız!”











Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYŞE KULİN- HAYAT DÜRBÜNÜMDE 40 SENE (1941-1964) KİTAP YORUMUM

Ayşe Kulin - Bir Gün Kitabı Yorumu

Elif Şafak - Aşk Kitap Yorumum

Sakıncalı Piyade Kitabı Tanıtımı ve Uğur Mumcu