Bu Diyar Baştanbaşa-1 - Kitap Yorumu - Yaşar Kemal

Bu Diyar Baştanbaşa -1
Taş üstünde taş kalmamış olan Kuruç köyündeyim.

Dediler ki:

“Gitme, yatılır mı bunca soğukta o çadırda? Donarsın !”

Dedim ki:

“Bizim canımız can da…”

Kara ay vurmuş, sıçraşan, oynaşan ışıltılar…

Sığırtmaç Recep İyigünün çadırının kapısına geldim:

“Bu gece sana misafirim ağam, dadaşım” dedim.

“Başım üstüne yerin var” dedi “ama…”

Yok dedim, üzülme, kuru yerde de yatarım. Siz nasıl bende öyle…

“Ah” dedi. “Hasta olursun beyim”

“Aldırma” dedim. “ne olursa olsun, bu gece sana misafirim.”

Altı tane, yarı çıplak, küçücük kızı, bir de oğlu var. Kızlardan biri boyuna öksürüyor, hasta.
Recep çadırın tabanına ot sermiş. Ortada bir soba var. Soba benim şerefime yakılıp, karısı da yatmak üzere komşu bir çadıra gönderiliyor. Soba çadırın içerisini bir iki dakika da öyle bir kızdırdı ki, bacaklarım kavruluyor. Sobanın başında çocuklar, Recep İyigün ve ben dokuz kişiyiz. Biraz sonra soba geçiyor ve yanmaktan kurtuluyoruz.



Recep İyigün boyuna:

“Ah, beyim, bin yılın bir başına bana misafir olsun da, seni rahat ettiremeyeceğim, ah beyim, ah” diye söyleniyor.

Yatma zamanı. Recep İyigün sobayı söküp dışarı çıkardı.

“Sobayı çıkarmazsam çadıra sığamayız.”

O kadar sıcaktan sonra şimdiki ayaz… Yataklara girmekten başka çare yok. Ama yatak nerde? Recep İyigün evinde döşek yerine, iki küçücük minder ve yorgan yerine de el kadar, köylülerin beşik yorganı dedikleri iki yorgancık.

Bütün ısrarlarıma rağmen Recep İyigün yatakçığın birini bana verdi. Soğuk hançer gibi işliyor. Yatmalı mı? Başka çare? Önce ben ayağımdaki keçe çizmeleri, kar başlığını ve gocuğu çıkarmadan yatağa giriyorum. Yorgan ancak başımdan belime kadar olan yeri örtüyor. Sonra altı çocuk hep bir araya gelir birbirine sarılıyorlar. Recep iyigün ve büyük oğlu bir araya gelip üstlerine eski bir asker kaputu örtüyorlar.

Bir saat sonra soğuk başladı. Dayanmak ne mümkün. Dizlerimi ta göğsüme dayayıp tortop oluyorum. Dişlerim birbirini yiyor. Dişlerimde bir çatırtı. Azıcık iğne deliği kadar bir yerim açık kalsa kurşun gibi soğuk saplanıyor.

Recep İyigün de ikide bir kalkıp beni soruyor. Açık kalmış yerlerimi örtüyor ama ne çare…
….
….
….

Tanyeri ağarırken, şafağın ayazı başlıyor. Çocukların zangırdaması, hastanın iniltisi ve Recebin üzüntüsü… Artık titremeye mecalim kalmadı. Daha fazlası. Fazlasına imkan yok. Kaçmalı. Gün ışıyıncaya kadar koşmalı. Yoksa ölüm ve işin içerisinde. Birden yataktan fırlıyorum. Çadırın içine iğne iğne kırağı bağlamış.

“Eyvallah Recep Ağa. Ben artık Hasankale’ye gitmeliyim. Otomobil bekliyor.”
Diz boyu karın içinde bütün gücümler koşuyorum. Koşuyorum ama üşümem de geçmiyor. Soğuk iliklerime kadar işlemiş. Zıplıyorum., türlü hareketler yapıyorum….
(Sayfa 108-109-110 – Bu Diyar Baştanbaşa-1 – 16 Ocak 1952 Erzurum)

Bu Diyar Baştanbaşa-1’in basım yılı 1996 olsa da yazılar 1951-52 senelerinde Yaşar Kemal’in Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazılarından oluşuyor. Yaşar Kemal o dönem Türkiye’sini karış karış gezip, kimi zaman kaçakçı Hasan olup Halep’ten Hatay’a mal kaçırmış, kimi zaman yerin altında yaşayan köylüleri yazmış, kimi zaman yolu, suyu, elektriği yok ama üniversite yapılırsa hepsi mecbur gelir diyen Vanlılar arasında olmuş.

Yukarda paylaştığım bu bölüm ise Erzincan depremi sonrası evsiz kalan köylülerinde -25 derecedeki soğuk imtihanını anlatıyor.

Okurken bir çok kere yok artık diyeceğiniz hikayeleri paylaşan bu kitap Yaşar Kemal romanlarındaki masalsı havadan uzak aksine kurşun gibi ağır gerçeklikle dolu. Yoksul, kimsesiz Anadolu’nun hikayesi…

Van Köylerinden Biri (7 Haziran 1951)

Bu köy Ernis köyüdür. Van gölünün kıyısına düşer. Üstünde Esrük dağı vardır. Van gölü ile Esrük dağının arasına sıkıştırılmış köy.

Ernis iskelesinden inince, ötede, dağın eteğinde, birkaç kavak ağacı, yemyeşil gözüktü.

Yanımdaki:

"İşte" dedi, "köy budir. Dibindedir o gavaklarin."
"Bu köy evsiz mi?" dedim. "Evler hiç gözükmüyor"
"Görünmir" dedi.

Şaşırdım kaldım. Duyardım, duyardım ya, böyle şeyle karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Ne bileyim, bizde böyle gördük, köyde doğduk, büyüdük, karınca kaderince şu memleketi öğrenmeye çalıştık. Bu yüzden epey dolaştık.

Köyler var yıkılmış, köyler var ottan, kamıştan, hele son yıllarda köyler var çadırdan. Cümle evleri çadır. Bu çadırlı köyler, göçebelikten bıkıp da, iskan olmaya ccan atanların köyleridir. Bu çadır köyleri daha çok Çukurova'dadır. Dağ demiyor, tepe demiyor, çadırları buldukları yerlere kuruveriyorlar. Yerleştikleri, yerlerin sahipleri de var tabii. Başlıyor mahkemeler, gidip gelmeler, dövüşler. Bu çadırlı köylere de "gündüzkondular" diyesim geldi.

Her neyse Ernis'e yaklaşınca birkaç ev göründü.

"Bu kadar az mı" dedim. "Evler? Ben büyük duymuştum bu köyü"

Yanımdaki:
"Çokdir Ernis'de ev, çokdir ama görünmirler."
"Yer altı mı?" dedim.
Güldü:
"Heye beg, yerin altindedir"dedi. "Sen ne bilmişsen?"
Övünmenin tam sırası:
"Bilirim" dedim "bilirim"

Köye girdik. Bildiğimden de beter çıktı. Gerçekten yer altında evler. Evlerin duvarları çok çok, yerden bir metre yükseklikte. toprağı kuyu gibi kazıp, yanlarına da harcı çamurdan, taş örmüşler, örmüşler değil, yığmışlar. Sonra ağaçları döşemişler üzerine, ağaçların üstüne de doldurmuşlar toprağı; toprak küçücük tepe gibi yükselmiş.

Bir evin içine girdim. Evin içi kapkaranlık. Çocukken, su kuyularına kova düşerdi de bizim köyde, kovayı aldırmak için belime ip bağlayıp beni sarkıtırlardı kuyuya. Kuyudan çıkıncaya kadar canım burnumdan gelirdi. Ama her kuyuya düşüşte de beni indirirlerdi. Bende yok demezdim. İşte kuyularda duyduğum o korkuyu, seneler sonra bu evlerde duydum. Öylesine yer altında, öylesine nemli. Yukarıdaki anlatmamdan evlerde pendere olmadığı anlaşılır sanırım. Yalnız damın tam ortasından, el kadar bir delik açmışlar., oradan azıcık ışık sızıyor. Tam kuyu ağzı misali... Kuyu dedik ya....
Dedim ki:
"Yağmur, kar yağınca bu deliği ne yapıyorsunuz? İçeri girmez mi yağmur?"
Bir kadın:
"Goymişem ağzına bir daş" dedi.
"Karanlık olur" dedim. "göz gözü görmez"
"Öyle olir" dedi. "Göz gözü görmez"
Mağaraya can kurban. Keşke mağarada yaşasalardı. Hiç olmazsa yer üstündedir. Işık giren bir kapısı olur nasıl olsa.
Kim icat etmiş bu yer altı evlerini? Cennet yüzü görmesin. Eski insanlar gibi mağaralarda, göçebeler gibi çadırlarda yaşasalar daha iyi ederlerdi...

(Sayfa 39-40)

Bu kısımda bahsettiğim Ernis köyü hakkında internette yaptığım kısa araştırmada karşıma çıkan ilk bilgi 1949'da bu köye Köy Enstitüsü yapılma kararı verilir bir süre sonra da yapılır. Bu bölgede köy enstitüsünün etkisini, yöre katkısını okumak için şu bulduğum yazının linkini buraya bırakıyorum, merak edenler okuyabilir.


Bu görüntü elimdeki kitaptan. Eski kitapçıdan alınan bir kitabın içinde, o kitabı daha önceden okumuş birinden iz bulmak çok güzel bir his. İster istemez insan merak ediyor, acaba bugün nerede, ne yapmakta Kadir Keçici :)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

AYŞE KULİN- HAYAT DÜRBÜNÜMDE 40 SENE (1941-1964) KİTAP YORUMUM

Ayşe Kulin - Bir Gün Kitabı Yorumu

Sakıncalı Piyade Kitabı Tanıtımı ve Uğur Mumcu

Moskof Cariye HÜRREM SULTAN- Demet Altınyeleklioğlu